Uluslararası Dorlion Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi (DASAD)
https://dorlionjournal.com/index.php/pub
<p><strong>Uluslararası Dorlion Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi (DASAD)</strong>, 2023 yılında kurulan ve yılda iki kez yayımlanan, açık erişimli bir uluslararası akademik dergidir. Dergimiz, sosyal bilimlerin çeşitli alanlarında özgün araştırma makaleleri, inceleme yazıları ve çevirilere yer vermektedir. Tüm gönderimler, çift-kör hakemlik sürecinden geçerek titiz bir değerlendirme aşamasından geçmektedir. Yayın dillerimiz Türkçe ve İngilizce olup, uluslararası akademik standartlara uygun olarak geniş bir okuyucu kitlesine erişim sağlamayı hedeflemekteyiz.</p> <p>Dorlion Journal, bilimsel doğruluk, şeffaflık ve etik standartlara tam uyum ilkeleri çerçevesinde çalışarak, sosyal bilimler alanında nitelikli ve etkili katkılarda bulunmayı amaçlamaktadır.</p> <div class="kt-blog-post__content"> <div> </div> <div> </div> </div>Doç. Dr. Yılmaz ARItr-TRUluslararası Dorlion Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi (DASAD) 2980-2806The Overlooked Destruction: A History of Israel’s State-Sponsored Terror and Genocide Tragedy
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/80
<p>The Israeli presence in the Palestinian territories has been characterized as colonial and occupying by numerous academic studies within a historical context. The Zionist movement established the state of Israel on a disputed piece of land by forcibly displacing the indigenous Palestinian population. Although there is no specific geographic region known as "Israel," a nation-state structure has been created under this name. One of the critical cornerstones of this process is the Balfour Declaration signed by the United Kingdom in 1917, which represented an international project to provide a homeland for the Jewish people. The Israeli-Palestinian issue is a matter that extends beyond military conflicts and territorial claims, possessing deep social, cultural, and psychological dynamics. This conflict reflects the established identities, cultures, and historical understandings between the two peoples. From a sociological perspective, it is a subject requiring in-depth analysis within the frameworks of historical trauma, collective memory, identity formation, and power dynamics. Since its establishment in 1948, Israel has been focused on reinforcing its national identity, addressing security concerns, and overcoming historical Jewish traumas. The occupation of Palestinian territories is seen as a means to ensure security and has garnered broad support within Israeli society. However, this approach profoundly affects the Palestinian concepts of defending their identity and national rights. Palestinians strive to consolidate their national identity by advocating for the right to establish an independent state on their historically and culturally significant land. Territorial claims have thus become not only a physical struggle but also a battle over identities. While Palestinians endeavor to maintain their presence in the occupied territories, Israel views this occupation as a means to protect national security and enjoys substantial societal backing. Both sides advocate for their own legitimacy, which significantly impedes mutual understanding and reconciliation. The lack of trust remains a major obstacle in the resolution process, with both sides harboring deep mistrust that complicates the peace process. Historical traumas and suspicions exacerbate the difficulties in achieving the dialogue and cooperation necessary for peace. The role of the international community is crucial in resolving this complex issue. However, the power dynamics among international actors and the quest for international support by the parties involved have further complicated the situation. Regional actors also influence the complexity of the issue; for instance, some Arab countries have utilized the Palestinian cause to serve their national interests, which has negatively impacted the Palestinian struggle for independence. Resolving the Israeli-Palestinian conflict is not only a political issue but also one that awaits resolution of deep social and psychological dynamics. Understanding each other, acknowledging historical traumas, and reconsidering collective identity perceptions are essential steps for achieving lasting peace. The active and constructive role of the international community and the contributions of regional actors are crucial for achieving reconciliation, not only on the ground but also in hearts and minds. This study aims to examine Israel’s illegal occupation of Palestinian territories and the blockade of Gaza since 2006. It will particularly focus on the background of the human rights violations wave that began on October 7, 2023. Claims that over 1,400 civilians were killed as a result of attacks by Palestinian resistance groups have been used to justify a broad state terror campaign. During the attacks, civilian infrastructure, health centers, places of worship, schools, refugee camps, and ambulance convoys were targeted. As of May 28, 2024, nearly 40,000 deaths have occurred, with a significant proportion of women and children among the casualties. This study seeks to leverage the multifaceted perspectives offered by sociology of religion, history of religions, and other related disciplines to provide an in-depth analysis of Israel’s occupation policies and the historical dynamics in the region. This interdisciplinary approach aims to elucidate the social and cultural contexts of the issue through a comprehensive literature review and media analysis. The findings will detail the background of the human rights violations wave that began on October 7, 2023, and the impact of Israel’s disproportionate responses to Palestinian resistance attacks on civilian casualties, with particular emphasis on the significant number of deaths and the high proportion of women and children among them.</p> <p> </p>Yılmaz ArıMustafa Turan
Telif Hakkı (c) 2024 Yılmaz Arı; Mustafa Turan
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-142024-12-142228731510.5281/zenodo.14173718 Osmanlı Devleti’nde İhtira Beratı ve Berat Alan Gayrimüslim Mucitler
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/76
<p>Sanayi Devrimi ile yeni üretim tekniklerinin geliştirilmesi sonucu buharlı makinelerin sayısı giderek artarken icatların tescil edilmesi ve mucitlerin patent hakları gibi konular gündeme gelmeye başlamıştır. Zira bu dönemde mucitlerin hukukî haklarını güvence altına almak ve mucitler ile ilgili konuları hukukî bir zemine oturtmak için birçok Avrupa ülkesinde patent yasaları kabul edilmeye başlanmıştır. Bu doğrultuda Osmanlı Devleti de mucitlerin hukukî haklarını korumak ve yabancı mucitlerin patent taleplerini karşılayabilmek için 1844 Fransız Patent Kanunu’ndan uyarlanan 1879 İhtira Beratı Kanunu’nu yürürlüğe sokmuştur. Osmanlı Devleti’nin ilerleme ve gelişiminde çok önemli bir rol oynayan İhtira Beratı Kanunu, Türkiye Cumhuriyeti’nin Sınai Mülkiyet Hakları konusunda gereken hukukî alt yapısının atıldığı önemli bir adımdır. Müslümanların yanı sıra Osmanlı tebaası olan gayrimüslim mucitler de bu kanun kapsamında müracaatta bulunmuşlardır. Bazen çok ilginç ve tuhaf icatlar ile Osmanlı mercilerine başvuruda bulunan gayrimüslim mucitler, ülkenin sanayi ve teknolojisinin gelişmesi adına daima teşvik edilerek, hoşgörü ve anlayış ile karşılanmışlardır. Devlet nezdine sunulan icatlara ciddi bir tutum ile yaklaşılarak, önemsiz ve basit gibi görünenler dahi bir bilimsel ve teknik incelemeye alınmıştır. İhtira Beratı için başvuru sürecini tamamlayarak berat elde eden gayrimüslim mucitler gerek topluma hizmet edecek ürünler gerekse kamu ve devlet yararına sunulacak icatlar gerçekleştirmişlerdir. Mucitler ülkelerinin kaderini değiştirecek, dünya teknolojisinin ilerlemesine katkı sağlayacak kadar büyük icatlar geliştirememişlerdi. Ancak ülkenin iktisadi durumu, toplumsal yapı ve zihniyeti, eğitim sistemi, sanayi ve teknolojisinin ulaştığı seviye gibi birçok etken göz önünde bulundurulduğunda mucitlerin gayet iyi derecede teknolojik bilgi ve beceri birikimine sahip olduğu görülmektedir. Neticede yerli mucitler teknik bilgi birikimi ve teknoloji transferini başarılı bir şekilde uygulayarak çeşitli kategoride icat gerçekleştirebilmişlerdir.</p>Ümran EngürEmine Gümüşsoy
Telif Hakkı (c) 2024 Ümran Engür, Emine Gümüşsoy
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-142024-12-142231634110.5281/zenodo.14174219Tahâvî’nin Resmü’l-Mushaf Meselesine Bakışı
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/79
<p>Ebû Ca‘fer et-Tahâvî’nin <em>Şerhu müşkili’l-âsâr</em> isimli eseri, rivayetlerde geçen tartışmalı konuları değerlendirirken resmü’l-mushaf ile ilgili meselelere de bir müşkil olarak yer vermektedir. Mevzubahis konuya onun sadece adı geçen eserinde tesadüf edilmektedir. Ehl-i sünnet akaidinin inşasındaki rolü ve kıraat ilmindeki seçkin yeri hasebiyle Tahâvî’nin değerlendirmeleri bu alanla ilgilenler için önem arz etmektedir. Müellif zaman zaman farklı başlıklar altında resmü’l-mushafa dair meselelere değinse de ilgili değerlendirmeler genelde belli başlıklar altında toplanmıştır. Onun bu konuda yazdıkları altı başlık altında incelenmiştir. Tahâvî Hz. Osman zamanına kadarki süreçte özellikle Hz. Ebû Bekir dönemindeki Kur’an kitâbetine ve resmî bir mushafın yazımını gerekli kılan olaylara temas etmektedir. Resmü’l-mushaf meselesindeki sahâbe icmâsının hüccetliğine vurgu yapan müellif, bu konuda âhâd haberlere tâbi olanların yanlış yolda olduğunu, bir delile dayanmadan mushaf hattına aykırı okuyuşların peşinden gidenlerin ise apaçık mürted olduğunu ısrarla söylemektedir. <em>Şerhu müşkili’l-âsâr</em>’da resmü’l-mushafa uygun olan okuyuşlara ve bu bağlamdaki kıraatlere örnekler verilmekte, kıraat imamlarının hatta muhalif olmayan tercihlerinin Kur’an olduğu vurgulanmaktadır. Kıraat imamları ise diğer sahih kıraati tercih eden kurrâya baskı yapmamıştır</p>Lokman Yılmaz
Telif Hakkı (c) 2024 Lokman Yılmaz
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-142024-12-142234236510.5281/zenodo.14181062 Enhancing EFL Learning Through Authentic Literary Texts: An Experimental Study in Turkish High Schools
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/69
<p>The integration of literature as authentic material in EFL/ESL classes has become increasingly important and is now considered an integral component of language curricula worldwide. However, literature has often been neglected in Turkish EFL/ESL classrooms. This study aims to address this gap by enhancing Turkish High School English courses through the inclusion of authentic literary texts. The study seeks to explore whether this integration leads to significant differences in students’ attitudes towards English as a foreign/second language. During the Fall Semester of the 2016-2017 academic year, these lesson plans were implemented with 33 randomly selected 9th-grade students at Istanbul Nevzat Ayaz Anatolian High School, forming the experimental group. The control group comprised 28 randomly selected 9th-grade students who received instruction using traditional materials and coursebooks. Data was collected through Abidin - Alzwari’s (2012) English Language Attitude questionnaire, and pre-test and post-test results of both groups were compared using the SPSS program. The findings indicated that, unlike traditional materials, the use of literary texts was more effective and beneficial in changing learners' attitudes towards language learning, particularly in the emotional aspect. It is recommended that authorities responsible for writing and publishing English coursebooks consider integrating authentic literary texts into the core material of Turkish High School English coursebooks</p>Gülay ŞahinSemra Saraçoğlu
Telif Hakkı (c) 2024 Gülay Şahin; Semra Saraçoğlu
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-142024-12-142236638710.5281/zenodo.14217197The Concept of Khalīfah within the Context of Belief in Tawhīd
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/88
<p>According to the Qur'ān and Sunnah, Islām is concerned with social life. The importance given by Allah and the Prophet to the social structure of this religion cannot be denied. After the Prophet's death, Abu Bakr became his khalīfah to run the affairs of the state. However, even if this is the case for human beings, it is impossible to say such a thing for Allah (swt), the Creator of everything, either intellectually or by tradition. Although Adam and his progeny were inevitably khalīfah on earth, it is impossible to say whose caliph they were with certainty. However, Allah does not need a caliph/proxy independent of the world. The expression ‘caliph of Allah’ is not found in any verse or authentic hadith. The perception of Allah as a representable being may be an idea belonging to the Christians who regard Jesus as the most carnal form (son of Allah). Man can only be a representative/Khalifah to man or the jinn, who are voluntary beings like him, who ruled on earth before him. There is never a standard system of proxy between Allah and human beings who do not have equality in terms of ontological balance. Therefore, it is impossible to speak of Allah's appointment of a deputy/ khalīfah, neither by reason nor reason. The highest authority for man, a caliph on earth, is to be a servant of Allah, who created him out of nothing. How can his ummah be Allah's caliph when the last prophet, Muhammad, was not Allah's caliph but His servant and messenger? Moreover, man, who is seen as the representative of Allah, can neither have free will nor be questioned for what he does. Because what he does is in the name of Allah, representing Allah! This is not an acceptable situation.</p>İsmail Öztürk
Telif Hakkı (c) 2024 İsmail Öztürk
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-142024-12-142238840710.5281/zenodo.14284521Dinî Yönelim Biçimlerinin Beş Faktör Kişilik Özellikleri ile İlişkisi: Hatay İli Din Görevlileri Örneği
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/87
<p>Bu çalışma, din görevlilerinin dinî yönelim biçimleri ile kişilik özellikleri arasında nasıl bir ilişki olduğu sorusuna cevap aramaktadır. Nicel yöntemin kullanıldığı bu araştırmada ilişkisel tarama deseni tercih edilmiştir. Hatay ilinde görev yapan 524 din görevlisi, amaçlı örneklem olarak belirlenmiştir. “Yeniden Yapılandırılmış Müslüman Dinî Yönelim Ölçeği” ve “Hızlı Büyük Beşli Kişilik Ölçeği” ile toplanan veriler, betimsel istatistik ve pearson korelasyon ile çözümlenmiştir. Ulaşılan bulgulara göre içsel dinî yönelim; “uyumluluk”, “sorumluluk” ve “deneyime açıklık” kişilik özellikleriyle anlamlı düzeyde pozitif ilişkilidir. Katı kuralcı/köktenci dinî yönelim; “uyumluluk” kişilik özelliği ile anlamlı düzeyde pozitif ilişkili çıkmıştır. Sorgulayıcı/arayışsal dinî yönelim ile “uyumluluk” ve “nevrotiklik” arasında negatif yönde anlamlı ilişkiler tespit edilmiştir. Anlaşılacağı üzere içsel ve katı kuralcı dinî yönelim, olumlu kişilik özellikleriyle ilişkiliyken sorgulayıcı dinî yönelim, bazı olumsuz kişilik özellikleriyle ilişkili çıkmıştır. Bulgular, dinî yönelim ve kişilik özelliklerinin karmaşık bir ilişkiye sahip olduğuna işaret etmektedir. Ancak elde edilen anlamlı ilişkiler, düşük seviyededir. Bu durum, dindarlık ile kişilik arasında kısmi bir ilişki olduğu, dahası mevcut bulgulardan hareketle dinî bir kişilik yapısından bahsetmenin pek mümkün görünmediği şeklinde yorumlanabilir<em>.</em></p>Mehmet SainAsım Yapıcı
Telif Hakkı (c) 2024 Mehmet Sain, Asım Yapıcı
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-142024-12-142240843010.5281/zenodo.14289881Bela Kavramına Teolojik Açıdan Güncel Bir Yorum: Lut Kavmi Örneği
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/82
<p>Kelam ilmi zamana ve mekâna göre değişebilen farklı inanç, düşünce veya yorumlar ile ilgili konu ve problemleri gündemine almak suretiyle dinamikliğini ve canlılığını sürekli olarak ayakta tutabilmektedir. Bu çerçevede günümüz insanlarının başlarına gelen belalar ve musibetler karşısında ne yapmaları ve nasıl düşünmeleri gerektiği konusu, Kelâm ilminin yanıtlaması gereken bir problem olarak önümüzde durmaktadır. Kur’anî kavramların zaman içinde anlamlarının herhangi bir görüş çerçevesinde daraltıldığı veya ilmi birtakım çalışmaların sonucunda ortaya çıkan yorumlar sebebiyle genişletildiği görülmektedir. Kur’an’da kullanılan bela kavramı da bu çerçevede ele alınacak kavramlardan biridir. Daha çok denenme manasında nötr bir anlama sahip olmasına rağmen bela kavramı ekseninde çoğunlukla; musibet verme, cezalandırma, helak etme gibi Tanrı’nın eylemleriyle ilişkilendirilen olumsuz birtakım anlamlar yüklenildiği görülmektedir. Aynı kavram birbirini sınamak anlamıyla ele alındığında ise yok oluşu ya da kurtuluşu insanlar arası bir ilişki çerçevesinde gerçekleşen olaylar zincirinin bir sonucu olarak görmek de mümkün görünmektedir. Bu anlamda çalışmamız, bela kavramına ilişkin yapılan spekülatif yorumları Kelâmî açıdan ele almaya çalışacaktır. Kur’an’ı anlamanın yöntemlerinden biri de tarihi olayları gerçekliğine uygun olarak incelemek ve elde edilen yeni veriler ışığında Kur’an kavramlarının semantik anlamları üzerinde yeniden dil çalışmaları yapmayı gerektirmektedir. Bu tarz çalışmalar kavramların kazandığı yeni anlamlar ve yorumlar ışığında, aynı kavramlara ve ilişkili olduğu olaylara farklı yorumlar yapılabileceğini de göstermektedir. Çünkü çeşitli kombinasyonlara açık sosyolojik olaylar farklı birçok sebep ve sonuç ilişkisi ortaya koyabilmektedir. Dolayısıyla bu çalışmada denenme yoluyla farklı problemlere muhatap olan insanın, başına gelen sorunların kaynağının neler olabileceği ve sonuçlarının onun geleceğine nasıl yansıyacağı ele alınmaktadır. Bu noktada helak edildikleri zikredilen toplumlardan biri olan Lut kavminin homoseksüellik eylemleriyle denendikleri ve işledikleri bu suç sebebiyle bölgedeki tüm canlıların cezalandırılmaları, Tanrının eylemleri ve suç-ceza dengesi bakımından adaletli görünmemektedir. İradeli veya iradesiz herhangi bir kulun bizzat kendi hatası veya müdahalesi olmaksızın Tanrının kulunu denemek için bela vermesinin teolojik açıdan uygun olup olmadığı konusu, günümüz açısından incelenmeye ve analiz edilmeye değer bir çalışma niteliği taşımaktadır</p>Ümit ELSÖZ
Telif Hakkı (c) 2024 Ümit ELSÖZ
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-142024-12-142243144910.5281/zenodo.14316956Ne De Fide Presumant Disputare (İnanç Konusunda Tartışmaya Kalkışmasınlar!): Ortaçağda Dinler Arası Tartışma ve Münakaşalar İçin Yapılan Yasal Düzenlemeler
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/94
<p>Papa IX. Gregory, 4 Mart 1233’te Almanya’daki piskopos ve başpiskoposlara “Sufficere Debuerat Perfidie Iudeorum” başlığıyla göndermiş olduğu resmî mektubunda Alman Yahudilerinin “ihanetleri”nden ve Hıristiyanlığa karşı “küfürleri”nden bahsetmiştir. Papa’ya göre Yahudilerin bu davranışları, özellikle Yahudilikten Hıristiyanlığa dönenler başta olmak üzere Hıristiyan toplum üzerinde bozucu etkiler gösterebilmektedir. Papa, piskoposlara Yahudilerin Hıristiyanlarla tartışmaya cüret etmelerine ve Hıristiyanların da bu tür tartışmalara katılmalarına kilise gücünü kullanarak engel olmalarını emretmiştir. Gregory, açık bir şekilde, din adamı olmayan Hıristiyanlar ile Yahudiler arasında din hakkında gayriresmî tartışma veya münakaşalara izin vermenin tehlikeli olduğunu düşünmüştür. Gregory, aynı zamanda keşişliği benimseyen iki yeni tarikatın teşvik edilmesinde ön ayak olmuş ve onların Yahudilere (ve küçük çapta da olsa Müslümanlara) karşı yürütmüş oldukları misyonerlik faaliyetlerinde cesaretlendirici rol oynamıştır. XIII. ve XIV. yüzyıllar boyunca özellikle Dominikenler dinî tartışmalarda uzman hâle gelmişlerdir. Din adamı olmayanlar, hem kilisenin hem de sarayın ortaya koyduğu yasal düzenlemelerle bu tür tartışmalara girmekten alıkonmaya çalışılmıştır. Bu makale, Ortaçağ’da dinler arası tartışma ve münakaşaların zararları hakkında Hıristiyan otoritelerin (kilise, krallık vb.) bakış açısıyla ortaya konmuş birçok temel metni inceleyecektir. Tertullian’dan Joinville’e kadar birçok kilise yazarı, bu tür tartışmaların Hıristiyan katılımcılar ve izleyiciler üzerinde doğuracağı etkiler konusunda endişelerini dile getirmiştir. Ortaçağa ait birçok yasal düzenleme metni, ister sivil tarzda ister kanon şeklinde olsun, bu tür tartışmaları sınırlandırmak veya yasaklamak yolunu aramıştır.</p>John TOLANHarun CEYLAN
Telif Hakkı (c) 2024 John TOLAN; Harun CEYLAN
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-152024-12-152245046510.5281/zenodo.14482184Din ve Bilim İlişkisi Bağlamında Kant’ta Ayrışmacı Yaklaşım
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/89
<p>Evren, insan aklının dikkatini çekecek biçimde derin anlam ve düşünceye yol açan gizlerle kaplıdır. Düşünce tarihinin tüm dönemlerinde varlık ve varoluş üzerine düşünsel eylemler gerçekleştirilmiştir. Bu bağlamda Leibniz gibi pek çok büyük filozof, varlığın nasıl meydana geldiğini sorgulayarak varoluşun hayretler uyandıran durumuna dikkat çekmiştir. Bu sorgulamalar, her zaman merak duygusuna hâiz zihinleri harekete geçirmiştir. Bazıları, bu tarz soruların yanıtı olmadığını söylerken, bazıları da insanın anlam arayışında bu soruların olası cevapları olabileceğini söylemiştir. Antik dönemde Aristoteles gibi filozoflar, bilme isteğinin insan doğasının önemli ve vazgeçilmez bir unsuru olduğuna değinerek söze başlarken, modern dönemde ise Kant gibi büyük filozoflar, insan zihninin doğal olarak metafizik kavramlar üretmeye yatkın olduğunu söylemiştir. Bu durum ise bilginin, varlığın gizemini anlamada her dönemin büyük zihinlerini konu üzerinde kafa yormaya sevketmiştir ki varlığın anlamı ve mahiyeti söz konusu olduğunda vardığımız yer, bunlarla doğrudan ilgilenen din ve bilimin birbiriyle karşılıklı ilişkisi olmuştur. Çünkü varoluşun hem mahiyet hem de bünyesinde barındırdığı sorulara cevap verme iddiasında bulunan en önemli alanlar şüphesiz ki din ve bilimdir. Bu bağlamda modern döneme etkisi bakımından akla gelen ilk isimlerden biri olan Alman Filozof Immauel Kant’ın günümüze değin pek çok filozof teolog ve bilim insanına ilham olan görüşleri hâlâ daha günümüzde canlılığını korumaktadır. Genel kanı, Kant’ın metafiziği yıktığı ve din ve bilim arasında bir uzlaşmazlık olduğunu ileri sürdüğü yönündedir. Hâlbuki onun bilgi anlayışı metafiziği yıkmaktan ziyade yeni bir metafizik inşa etmek üzerine kuruluydu. Bu bağlamda onun bilgi felsefesi açısından din ve bilimin ifade ettiği anlam çalışmamızın ana konusunu teşkil etmektedir. Çalışmamızda ilk olarak Kant’ın eserlerinden hareketle onun bilgi anlayışını inceledik. Daha sonra ise metafiziğin en temel meselelerinden olan Tanrı, ahlâk ve ölümsüzlük gibi dinî kavramların onun epistemolojisinde neye tekabül ettiğini soruşturduk. Çalışmamızda bahsi geçen din ve bilim modellerinden ayrışmacı/bağımsızlık modelinin Kant’ın din ve bilim ilişkisine yönelik görüşlerine daha uygun olduğu tezini temellendirmeye çalıştık. Genel kanının aksine onun metafiziği yıktığı değil yeniden inşa ettiği, din ve bilim arasında ise çatışmacı değil ayrışmacı/bağımsızcı bir görüşe daha yakın olduğu sonucuna ulaştık.</p>Melih TaştanAyşe Orhan
Telif Hakkı (c) 2024 Melih Taştan, Ayşe Orhan
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-202024-12-202246648010.5281/zenodo.14536228Din Antropolojisi Perspektifinden Alevilik ve Bektaşilik Ritüelleri Üzerine Bir Değerlendirme
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/85
<p>Alevilik ve Bektaşilik son kırk yılda dünyada ve ülkemizde değişik boyutlarıyla hem akademi mecrasında hem de popüler alanda sıklıkla gündemde olan bir konu olması yönüyle önemli çalışma alanlarındandır. Sözlü kültürün ağır bastığı ve sistematik bir inanç yapısı bulunmaması yönüyle Alevilik ve Bektaşilik, farklı gelenekleri içinde barındıran inanç ve bellek yapısıyla bir bütün halinde akademik araştırma konusu olabilecek niteliktedir. Çalışmamız Alevîlik ve Bektaşilik ritüellerinin din antropolojisi açısından değerlendirilmesini konu edinmektedir. Bu çalışmada İslam öncesi ve sonrası sahip olduğumuz zengin kültürümüzün ürünü olan Alevilik ve Bektaşilik ritüelleri din antropolojisi açısından incelenmiştir. Çalışmamız Alevilik ve Bektaşilik ritüellerinin din antropolojisi açısından değerlendirilmesini ve ilgili ritüellerin hangi süreçlerden geçerek günümüze ulaştığını konu edinmektedir. Çalışmamızın temel araştırma sorusu: “Alevilik ve Bektaşilik inanç ve ritüelleri, tarihsel süreçte hangi kültürel ve inançsal etkilerle şekillenmiş, bu etkiler din antropolojisi açısından nasıl bir değişim ve süreklilik göstermiştir?” sorusudur. Çalışma, belirli bir bölgeyi, şehri veya köyü değil; Alevilik ve Bektaşilik mensuplarının ortak kabul ettiği ritüelleri esas almaktadır. Bu çalışmanın amacı, Alevi ve Bektaşi kültürünün ritüellerinin din antropolojisi kuram ve kavramları ile değerlendirmek ve bu inanç sistemlerinin bilimsel platformlarda doğru bir şekilde tanıtılmasını sağlamaktır. Yorumlayıcı ve betimleyici yöntemler benimsenen çalışmada, yazılı materyaller analiz edilerek elde edilen veriler nesnel bir bakış açısıyla değerlendirilmiş ve içerik analizi uygulanmıştır. Alevilik ve Bektaşilik inanç ve ritüelleri, antropolojinin yorumsamacı etnografik yöntemleriyle ele alınmış, bu kapsamda kültürel süreçler ve kodlar incelenmiştir. Alevilik ve Bektaşilik üzerine yapılan çalışmalar genellikle mevcut durumun fotoğrafını çekmekte ve kamuoyuna sunmaktadır. Ancak arkeoloji ve antropoloji gibi disiplinler aracılığıyla yapılan araştırmalar sınırlıdır. Bu alandaki çalışmaların azlığı, bu araştırmanın önemini ortaya koymaktadır. Sonuç olarak çalışma, Alevilik ve Bektaşilik inanç ve ritüellerinin farklı inanç ve kültürlerin etkisi altında şekillendiğini; ancak esasen, Türklerin Anadolu’ya göç etmelerinden önceki dönemde benimsedikleri inanç ve ritüel pratiklerine dayandığını ortaya koymaktadır.</p>İlyas ÜNLÜHasan COŞKUN
Telif Hakkı (c) 2024 İlyas ÜNLÜ, Hasan COŞKUN
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-212024-12-212248150610.5281/zenodo.14536895İslam Felsefesinin İki Kurucu İsmi: Kindi ve Farabi’de Gök Kürelerinin Canlılığı
https://dorlionjournal.com/index.php/pub/article/view/81
<p>Antik Yunan’dan beri tartışılan ve varlık felsefesinin vazgeçilmez bir konusu olan kozmosun oluşumu meselesinde, gök kürelerinin konumu ve özellikleri önemli bir yer işgal etmektedir. Gök kürelerinin nefs sahibi canlı ve hatta düşünebilen akıllı birer varlık oldukları fikri, gerek Antik Yunan gerekse İslam filozofları tarafından çeşitli şekillerde dile getirilmiştir. Her filozof bu düşüncesini temellendirmede farklı argümanlar kullanmış ve canlılık özellikleri olarak farklı fikirler öne sürmüştür. Mesela; Milet Okulu filozofları, canlılığı maddenin ayrılmaz bir özelliği olarak kabul ederken Pythagorasçılarda ve Herakleitos’da bu atomcu canlılık fikri, bir bütün olarak evrenin canlı olduğu görüşüne evrilmiştir. Platon ise daha çok mantıki çıkarımlarla kozmosun canlı ve akıllı bir varlık olması gerektiği sonucuna ulaşmıştır. Aristoteles’e gelindiğinde o; İlk Gök Küresinin hareketini sağlamada Tanrı’yı, Aşk’ın nesnesi olarak görüp gökküresinin O’na iştiyak duyması ile harekete geçtiğini ifade etmiştir. Plotinus olayı daha mistik bir zeminde inceleyerek sudur teorisi gereği akıldan taşan ruhun gökkürelerine hayat verdiğini ileri sürmüştür. Stoa felsefesinde ise evrenin kendisi tanrısal bir varlığın vücudu olarak canlı telakki edilmiştir. İlk İslam filozoflarından Kindi ve Farabi’de de gök kürelerinin canlı olduğu fikri yer almıştır. Yalnız onlar da bu düşüncelerini farklı açılardan temellendirmişlerdir. Mesela Kindi meseleyi tamamen, göklerin Allah’a itaati bağlamında değerlendirirken; Farabi konuya daha çok Aristo çizgisinde ve sudur bağlamında yaklaşmıştır. Kindi ve Farabi, aynı kaynaklardan beslendikleri için aralarında benzerlikler olmakla birlikte önemli farklılıklar da bulunmaktadır. Bu makalede, gökkürelerin canlılığı konusunun Antik Yunan’daki izleri sürüldükten sonra Kindi ve Farabi’deki yansımaları ele alınmış, sonra da; bu iki filozof arasında bir karşılaştırma ile benzerlik ve farklılıkları ortaya konulmuştur. Sonuç ve değerlendirme bölümünde ise bu farklılıkların sebepleri ifade edilmeye çalışılmıştır.</p>Mehmet BİLENKamil SARITAŞ
Telif Hakkı (c) 2024 Mehmet BİLEN, Kamil SARITAŞ
https://creativecommons.org/licenses/by-nc/4.0
2024-12-212024-12-212250752310.5281/zenodo.14536873